O, adaletli, şanlı bir padişahtı. Bir gece tahtında otururken damda bir tıkırtı, hay huylar duydu. Sarayın damında sert sert adımlar atılıyordu. İçinden, “Kim acaba bu densiz?” dedikten sonra başını

dışarı uzattı: “Kim o?” diye seslendi. Aklından da, “Bu herhalde peri olmalı; yoksa insanlardan kimin haddine düşmüş, bu saatte sarayın tepesinde gürültü etmek!” diye geçiriyordu. O zamana kadar hiç

görmediği bir bölük halk damdan başını uzatarak dedi ki: “Kayıbımız var, gece vakti onu arayıp


duruyoruz.” İbrahim Edhem: “Ne arıyorsunuz?” dedi. “Develerimizi,” dediler. İbrahim Edhem: “Damda deve arandığını kim görmüş,” deyince: “Peki... öyleyse sen taht üstünde oturup padişahlık

ederken, Allah’ı arayıp bulmayı nasıl umuyorsun?” dediler. Bundan sonra İbrahim Edhem’i kimse görmedi. Peri gibi insanların gözünden kayboldu. Aslında halkın önündeydi ama, anlamı gizli idi.


Zaten halk sakaldan, hırkadan başka neyi görür ki? Kendi gözünden de kayboldu, halkın gözünden de! İşte ondan sonra Zümrüd-ü Anka [4] gibi dünyada ünlü oldu. Hangi kuşun canı Kafdağı’na

geldiyse, bütün dünya onu söyler, ondan söz eder...




Çevresine bakındı, kimsenin olmadığını görünce kâğıdı sakladığı yerden çıkardı; incelemeye, okumaya başladı. Kâğıtta şunlar yazılıydı: “Bil ki; şehrin dışında mezar olan filanca kubbe var ya... hani arkası şehre, kapısı Ferkad yıldızına [5] karşı... Türbeye arkanı dön, yüzünü kıbleye çevir, sonra


 yayla bir ok at. Kutlu kişi, yaydan oku attın mı, okun düştüğü yeri kaz.” Yoksul, bir yay buldu, oku koydu, bütün gücüyle çekerek gerdi, oku boşluğa bıraktı. Düştüğü yeri kazmaya başladı sevinerek. Kazdı kazdı... Boşuna... bir şeycikler yok. Kolunda güç, kazma kürekte ağız kalmadı. Gizli defineden


 bir eser yok. Böylece her gün ok atmaya, düştüğü yeri kazmaya başladı. Yok... bir türlü bulamıyor, ama umudunu da hiç kaybetmiyor; devam ediyordu kazmaya. Hep orayı burayı kazdığından, şehirde de dedikodu yayılmaya başlamış, fırsatçılar, “Filan yoksul bir define kâğıdı bulmuş, her tarafı kazıp duruyor,” diye durumu padişaha haber vermişti. Zaptiyeler adamı söylenen yerde buldular, karga 


tulumba edip padişahın huzuruna getirdiler. “Bre densiz, benim memleketimde, benden gizli hazine ararmışsın, doğru mudur?” diye gürledi padişah. Adam yoksul ama, akılsız da değil ya. İşin sonunun kötüye gideceğini fark etti; yalan söylerse acımasız padişahın, derisini bile yüzdüreceğini anladı. 

Düşünde gördüklerini, hiçbir ayrıntıyı gizlemeden, bir bir anlattı; defineyi tarif eden kâğıdı da 


padişahın önüne koydu: “Hesapsız zahmetlere girdim, defineden bir küçük parça bile çıkmadı. Yorgunluğum, açlığım, uykusuzluğum da yanıma kaldı. Ey kaleler fethetmiş padişahım, belki senin 

bahtın yâver olur da, bulursun defineyi...” dedi. Padişah da altı ay, belki daha fazla ok attı, okların 

düştüğü yerleri kazdırdı durdu. Nerede katı bir yay duysa hemen getirtip onunla deniyordu; ama boşuna. Eziyetten, dertten, sıkıntıdan başka bir şey elde edemedi. Define sanki “Anka”ya benziyordu. İsmi var, cismi yok. Her yer kazılmış, her yer kuyularla dolmuştu. Günün birinde, padişah, yoksulu 


çağırttı. Define kâğıdını önüne atıp: “Bu işi olanın yapacağı bir şey değil. Senin işin yok. Bu iş sana daha layık!


Bulursan ne âlâ; helâl hoş olsun. Bulamazsan kazar durursun...” dedi. Kâğıdı alan yoksul, düşmanların, kıskançların arabozuculuklarından emin oldu; hemen kazmayı küreği omuzlayıp sevdalandığı işe adamakıllı sarıldı. Bulduğu her sert yayı alarak denemeler yaptı, kazdı durdu. Görenler, padişahın izin verdiğini bildiklerinden ses çıkarmıyor; ama onu kıskanmaktan da geri durmuyorlardı. Günler günleri, günler ayları kovaladı. Yoksulun bir yerleri kazmasına artık herkes alışmıştı; kimse ilgilenmiyordu bile. Yoksul aç, açık, çıplak, perişan bir durumda macerasının, aşkının, sevdasının peşinden ayrılmadı aylar boyu. Vefasızlık etmedi sevdasına, usanmadı da. Ama sonuç da yoktu. Serap misali, tam kavuştum derken, yine boş hayal, havayı döven eller... Sonunda gözler yorgun, beden yorgun, umutların kırıntıları da tükenmekteyken, “Neden yardım istemiyorum? O isteyin vereyim, dua edin kabul edeyim demiyor mu?” diye düşündü, açtı gönlünü, gönlünün ellerini: “Ey sırları bilen! Bu define için ömrümü ziyan ettim! Hırs şeytanı acele ettirdi bana, tedbir alamadım, akıllı davranamadım! Düğümü, bağlayana başvurarak çözeyim demedim! Yâ Rabbi! Bu işten tövbe ettim. Kapıyı sen kapadın, yine sen aç! Duada da hünerim yokmuş, yine başımı hırkaya çekiyor, sana yalvarıyorum; hüner nerede, ben neredeyim, doğru bir gönül nerede? Bunların hepsi de senin aksin, hepsi de sensin.” Duaları gecelerce, günlerce sürdü; Allah’tan esin geldi, bütün güçlükleri çözümlendi: “Sana ‘Yaya bir ok koy ve at,’ dendi! Yayın zıhını [6] adamakıllı çek mi dendi? ‘Tâ kulağına kadar çek,’ demedi. Sen, ukalalığından yayı çekmeye, okçuluk becerini göstermeye çalıştın. Oysa, sen ok gibi düşüncelerini uzaklara atmadasın. Av yakında, sen uzağa düşmüşsün. Kim daha uzağa ok atarsa, daha uzaktadır. Sen okçuluğunu perde yaptın kendine, oysa, isteğin koynunda idi!”