Rey şehrinin yakınında bir mescid vardı. Orada geceleyen herkes, sabah korkudan ölmüş olarak bulunurdu. Durumu kendi açılarından anlatmak isteyenler, türlü yorumlarda bulunuyordu. Kimileri,

“Kuvvetli periler var orada, geceleyenleri kör kılıçla kesiyorlar!” diyor; kimileri, “Kesinlikle bu bir sihir ya da tılsım olmalı!” diye bilgiçlik taslıyor; insaf sahibi kimi insanlar, “Mescidin kapısına bir

uyarı yazısı asalım, diyelim ki: Ey konuk, canına kastın yoksa burada geceleme. Bilesin ki ölüm sana pusu kurmuştur. Çünkü geceyi burada geçirmeye kalkıp da sabaha sağ çıkan görülmemiştir!” diyerek

düşüncelerini söylüyor; başkaları da, “Bunların hepsi iyi hoş da, eksikleri var; herkes yazı bilmez,

karanlıkta görülmez de. Geceleyin kilit vuralım kapısına, olsun bitsin. Böylece bilmeden girilmesini de önlemiş oluruz,” diyorlardı. Günlerden bir gün, mescidin şaşılacak ününü duymuş bir konuk geldi.

Yiğit, yaşamaktan usanmış, biraz da maceracı biriydi bu. Gece mescidde yatıp, denemek istiyordu. Dedi ki: “Bu başa, bu vücuda pek aldırış etmem ben. Say ki, can hazinesi için bir zerre gitmiş, ne

çıkar? Görünen ten gidiversin, ben var oldukça bedenim eksik olmaz zaten; çünkü ben o beden

değilim ki! Ben hem Allah’ın iyiliğiyle, ‘Ben insana ruhumdan ruh üfledim’ sözlerinin sırrına ulaşmışım, hem de ‘Ey doğru kişiler, ölümü dileyin!’ ayetinin sırrına. Ben de doğrucuyum ve bu söze

canımı veririm.” Halk dedi ki: “Sakın burada gecelemeye kalkma. Garip bir kişiye benziyorsun, bilemezsin... asla tesadüf değil bu. Biz nice ölenleri gözlerimizle gördük burada. Birinden duyup

anlatmıyoruz. Peygamber, ‘Din öğüttür’ buyuruyor. Sana olan sevgimizden söylüyoruz bunları. Sakın akıldan ve insaftan ayrılma!” Konuk dedi ki:




“Ey öğüt verenler! Yaptığımdan pişman değilim, hayata doydum. Hiçbir şeye aldırış etmeyen, ölümünü arayan bir tembelim. Sakın ola yiyecek içecek tembeli sanmayın. Yabancılara el avuç açan, para pul toplayan türden bir tembel değilim ben. Sıçrayıp varlıktan kurtulan ve bir madene ulaşan


tembelim. Kuşa kafesinden çıkıp uçmak nasıl hoş gelirse, bana da ölmek ve bu yurttan göçmek öyle hoş ve tatlı gelir. Bahçeye, güllerin çimenlerin arasına konmuş bir kafesteki kuşu düşünün.

Kurtulmak için neler yapmaz? Her delikten başını dışarı çıkarıp denemez mi kurtulmayı? Onun gönlü de canı da dışarıdadır. Kafesin dışında gezen kedilerden korkan kuşa benzer mi hiç bu? Öyleleri ister ki, kafesin dışında bir kafes daha olsun.” Halk dedi ki: “Gel etme, bu sevdadan vazgeç. Burada

gecelemek uzaktan kolay görünür ama, sonuna varmak zordur. Nice böbürlenen kişiler imdat aradılar sonunda. Savaştan önce halka kolay gözükür savaşmak. Ancak işin içine girince rengi değişir olayın.

 Aslan değilsen, ileriye ayak atma. Ey canı pek adam! Zaten mescidimizin adı çıkmış, bizi daha fazla suçluluk duygusu altında bırakma; yiğitliği bırak, Zühre yıldızı arşınla ölçülmez. Senin gibi

çoklarının sonu, sakallarını yolmak oldu. Aklını başına al. Kendini de günaha sokma, bizi de!” Adam dedi ki: “Dostlar, ben bir lâhavleden [7] korkup kaçacak şeytanlardan değilim. Bakın size bir hikâye

anlatayım: Çocuğun biri ekin bekçiliği yapar, kuşlar yemesin diye ha bire elindeki tefi çalar dururdu. Günün birinde tarlanın yanına Sultan Mahmud’un ordusu kondu. Nöbet davulunu taşıyan deve

çocuğun tarlasına girdi, başladı ekinleri yemeye. Çocuk da onu kaçırmak için tef çalmaya koyuldu.

Ama boşuna... bu deve tef sesinden ürküp kaçmıyordu. Uzaktan olayı fark eden akıllı bir kişi gelerek çocuğa dedi ki: ‘Hey çocuk, senin bu tefin ona vız gelir. O deve var ya, ordunun nöbet davulunu taşır.

 Kocaman davul her gidiş ve dönüşte onun sırtındadır ve durmaksızın çalınır.’ İşte dostlar, ben de

Allah sevgisine kurban olmuş bir âşığım. Canım ise, bela davulunun nöbet vurulduğu yer. Sizin bu tehditleriniz, o çocukcağızın tefi gibidir bana. İsmail’e bağlı olanlardanım, ölümden çekinmişliğim yoktur. Hatta onun gibi başından geçmişlerdenim. Peygamber ne diyor: