büsünde bulunmuyordum. Yalnız içimi bir endişe kaplıyordu: Çünkü
Raif efendinin hastalıklarının, garip bir tesadüfle, ekseriya böyle
günleri takip ettiğini fark etmiştim. Bunun sebebini pek çabuk, fakat
pek hazin bir şekilde öğrendim. Fakat her şeyi sırasıyla anlatacağım.
Şubat ortalarında bir gün Raif efendi gene şirkete gelmedi.
Akşamüzeri evine uğradığım zaman kapıyı karısı Mihriye hanım açtı.
"Buyurun, siz misiniz?" dedi. "Biraz evvel uykuya daldı... İsterseniz
uyandırayım!"
"Hayır! Rahatsız etmeyin... Nasıl?" dedim. Kadın beni misafir odasına
aldı:
"Ateşi var. Bu sefer sancıdan da bahsediyor!" Sonra, şikâyet eden bir
sesle ilave etti: "Ah oğlum, kendine de hiç dikkat etmiyor... Çocuk
değil ki... Ortada hiçbir şey yokken birden nevri dönüyor... Ne oluyor
bilmem... Oturup insanla iki laf etmez ki... Başını alıp gidiyor... Sonra
da işte böyle yatağa seriliveriyor..."
Bu sırada yandaki odadan Raif efendinin sesi işitildi. Kadın çabucak
oraya koştu. Ben hayret içinde kaldım. Sıhhatine bu kadar dikkat eden,
yün fanilalar, atkılar içinde kendini nasıl muhafaza edeceğini bilmeyen
bu adamın herhangi bir ihtiyatsızlıkta bulunacağına ihtimal verilebilir
miydi?
Mihriye hanım tekrar gelerek:
"Kapı çalınca uyanmış. Buyurun!" dedi.
Raif efendinin halini bu sefer biraz düşkün buldum. Benzi pek sarı,
nefesi pek süratliydi. Her zamanki çocukça tebessümü bana daha
ziyade yüzün adalelerini yoran bir sırıtma gibi geldi. Gözleri de,
camların altında, daha derine kaçmışa benziyordu.
"Ne oldunuz gene Raif bey, geçmiş olsun!" dedim.
"Teşekkür ederim!"
Sesinde hafif bir kısıklık vardı. Öksürdüğü zaman göğsü adamakıllı
sarsılıyor ve hırıldıyordu.
Merakımı çabucak gidermek için sordum:
"Kendinizi nasıl üşüttünüz? Herhalde soğuk algınlığı olacak!..."
Uzun müddet yatağının beyaz örtüsüne bakarak durdu.
Çocuklarıyla karısının beyaz karyolaları arasına sıkışmış duran küçük
bir demir soba, odayı fazla sıcak yapmıştı. Buna rağmen karşımdaki
üşür görünüyordu. Yorganım boğazına kadar çekerek:
"Evet, soğuk aldım galiba!" dedi. "Dün akşam yemekten sonra biraz
dışarı çıkmıştım... "
"Bir yere mi gittiniz?"
"Hayır... Şöyle azıcık dolaşmak istedim... Ne bileyim... İçim sıkıldı
galiba..."
Onun herhangi bir şeye içi sıkıldığını söylemesi beni şaşırttı.
"Biraz fazla yürümüşüm... Ziraat Enstitüleri tarafına gitmiştim...
Keçiören yokuşunun alt başına kadar gelmişim... Hızlı mı yürüdüm
nedir... Sıcak bastı... Önümü açtım... Hava da rüzgârlıydı... Biraz da
kar sepeliyordu... Herhalde üşüdüm... "
Gece vakti, kar ve rüzgârda, tenha yollarda, göğsünü bağrını açarak
saatlerce dolaşmak Raif efendiden beklenir şey değildi.
"Bir şeye mi canınız sıkıldı?" dedim. Telaşla cevap verdi:
"Yok canım... Ara sıra olur... Gece vakti yalnız başıma dolaşmak
isterim. Kim bilir, evin gürültüsü mü canımı sıkıyor nedir!.."
Sonra, fazla söylemiş olmaktan korkar gibi acele acele:
"İnsan ihtiyarladıkça böyle oluyor galiba!" dedi. "Çoluk çocuğun ne
kabahati var!"
Dışarıda gene gürültü, hızlı konuşmalar başlamıştı. Mektepten dönen
büyük kız içeri girdi, babasının yanaklarını öptü: "Nasıl oldun
babacığım?"
Sonra bana dönerek elimi sıktı:
"Efendim, hep böyle oluyor... Ara sıra aklına esip, ben biraz kahveye
gideceğim, diyor sonra da kendini orada mı üşütüyor, yolda mı
üşütüyor nedir, hastalanıveriyor... Kaç defadır böyle oldu... Kahvede
ne var bilmem!"
Paltosunu sıyırıp bir iskemlenin üzerine attıktan sonra, hemen dışarı
çıktı. Raif efendinin bu hallerine alışmışa benziyor ve fazla ehemmiyet
vermiyordu.
Hastanın yüzüne baktım. O da gözlerini bana çevirmişti ve bunlarda
hiçbir izah, hiçbir hayret yoktu. Ben ev halkına niçin bu yalanı
söylediğini değil, bana niçin hakikati söylediğini merak ediyor fakat
bundan biraz da gurur duyuyordum: Bir insana başkalarından daha
yakın olmanın gururunu.
Dışarı çıkıp evin yolunu tuttuğum sırada düşünmeye daldım. Acaba
Raif efendi hakikaten basit ve içerisi bomboş bir
adam değil miydi? Hayatta hiçbir gayesi, hiçbir ihtirası olmadığı,
insanlara, kendisine en yakın olanlara karşı bile, bir alaka duymadığı
muhakkaktı... Şu halde ne istiyordu?.. Onu gece vakti sokaklara
düşüren acaba içinin bu boşluğu, hayatının bu gayesizliği değil
miydi?..
Bu sırada, oturduğum otelin önüne geldiğimi gördüm. Burada, iki
karyolanın zor sığdığı bir odada bir arkadaşla beraber oturuyorduk.
Saat sekizi geçiyordu. Canım yemek istemediği için odama çıkmayı ve
biraz kitap okumayı düşündüm, fakat derhal vazgeçtim: Otelin
altındaki kahvede gramofon tam bu saatlerde sesini son haddine kadar
yükseltiyor ve yanı başımızdaki odada yatan Suriyeli bar artisti, işine
gitmek için tuvalet yaparken Arapça şarkılarının en cırlaklarını bu
sıralarda söylüyordu. Geriye dönerek kenarları çamurlu asfalt üzerinde
Keçiören istikametinde yürüdüm. Yolun iki tarafında evvela otomobil
tamir atölyeleri, basık salaş kahveleri vardı. Sonra sağ tarafta, tepeye
doğru tırmanan evler, solda, biraz çukurda, yapraklarını dökmüş
ağaçlarıyla bahçeler başladı. Yakamı kaldırdım. Hızlı ve rutubetli bir
rüzgâr esiyordu, içimde, ancak sarhoş olduğum zamanlar hissettiğim,
müthiş bir yürümek ve koşmak arzusu vardı. Saatlerce, günlerce
gidebileceğimi zannediyordum. Etrafıma bakmayı unutmuş, bir hayli
ilerlemiştim. Rüzgâr çoğaldığı için adeta göğsümden biri iter gibi
oluyor, bu kuvvetle mücadele ederek ilerlemek bana zevk veriyordu.
Birdenbire niçin buralara geldiğimi düşündüm... Hiç... Sebep filan
yoktu... Karar vermeden yürüyüp gelmiştim. Yolun
iki tarafındaki ağaçlar rüzgârdan inliyor ve gökyüzünde bulutlar,
büyük bir hızla koşup gidiyordu. İlerideki siyah ve kayalık tepeler
henüz biraz aydınlıktı ve onlara sürünüp geçen bulutlar
0 Yorumlar