henüz ilk mektebe devam eden Nurten bile, ihtimal eniştelerinin,
teyzelerinin ve dayılarının tesirleriyle, babalarına karşı
umumi havaya uymuşlardı. Ona gösterdikleri sevgide, bir angarya
savarmış gibi bir acelecilik; onun hastalığıyla alakalarında, bir fıkaraya
gösterilen yalancı merhamet gibi bir özentilik vardı. Yalnız karısı,
senelerden beri bir saniye bile hafiflemeyen
işler ve geçim dertleriyle biraz aptallaşmışa benzeyen Mihriye hanım,
kocasıyla elinden geldiği kadar meşgul oluyor, onun kendi evlatları
tarafından küçük görülmemesi, horlanmaması için gayret ediyordu.
Akşam yemeğinde bir misafir bulunduğu zaman kardeşlerinin veya
Nurettin beyin: "Eniştem gidip alıversin!" diye yüksek sesle
emretmelerine meydan vermemek için kocasını yatak odasına çekerek
tatlı olmaya çalışan bir sesle: "Haydi, şu bakkaldan sekiz yumurta ile
bir şişe rakı alıver. Şimdi onları sofradan kaldırmayalım!" diyor, fakat
kocasının ve kendisinin bu sofralara neden oturmadıklarını, kırk yılda
bir bunu yapacak olurlarsa, neden adeta diğerlerine karşı bir
saygısızlıkta bulunmuşlar gibi rahatsız bakışlarla karşılaştıklarını artık
kendisi de düşünmüyor, belki bunu fark bile etmiyordu.
Raif efendinin de karısına karşı garip bir rikkati* vardı. Aylardan beri
sırtına bir kere bile mutfak elbisesinden başka bir şey giymeye vakit
bulamayan bu kadına hakikaten acır gibiydi. Ara sıra:
"Nasılsın, hanım, bugün çok yoruldun mu?" diye sorar, ba-zan onu
karşısına alarak çocukların sınıf geçme vaziyeti, yaklaşan bayramın
masrafları hakkında konuşurdu.
Fakat diğer aile efradına karşı en küçük bir manevi bağla merbut**
olduğunu gösterecek alametler yoktu. Bazan büyük kızına gözlerini
diker, ondan bir şeyler, sıcak, tatlı bir şeyler bekler gibi dururdu. Fakat
bu anlar çabucak geçer, çocuğunun manasız bir kırıtışı, yersiz bir
gülüşü ile sanki aradaki boşluk birdenbire kendini gösteriverirdi.
Raif efendinin bu halleri üzerinde çok düşündüm. Böyle
* Merhameti. ** Bağlı.
bir adamın -nasıl bir adamın, bunu ben de bilmiyordum, fakat
onun göründüğü gibi olmadığına emindim- evet, böyle bir
adamın kendisine en yakın insanlardan isteyerek kaçmasına imkân
yoktu. Bütün mesele, etrafmdakilerin onu tanımamasındaydı ve o da kendini tanıtmak için herhangi bir teşebbüste bulunacak
adam değildi. Bundan sonra aradaki buzu çözmeye, bu insanların
birbirlerine karşı duydukları müthiş yabancılığı
gidermeye imkân yoktu. İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç
olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler
gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin
mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar.
Yalnız, söylediğim gibi, Raif efendi büyük kızından, Necla'dan bir
şeyler bekler gibiydi. Yüzünün hareketlerinde, ağzını, ellerini
oynatmakta boyalı teyzesini taklit eden ve bütün manevi kuvvetini de
eniştesinin ukalalığından alan bu kızın, bu kalın dış kabuklara rağmen
içinde sahici insandan bir şeyler kaldığını zannettirecek alametler
mevcuttu. Babasına karşı arsızlığını hakaret derecesine getirmeye
çalışan kardeşi Nurten'i azarlayışmda bazan hakiki bir infial* seziliyor,
sofrada veya odada Raif efendiden pek istihfafla bahsedildiği sıralarda
hızla kapıyı vurup çıktığı oluyordu. Fakat bu haller, içinde saklanıp
kalmış olan insanlığın ara sıra nefes almak için yaptığı hamlelerden
ibaretti ve muhitinin senelerce sabırlı bir çalışma ile vücuda getirdiği
sahte şahsiyet, asıl hüviyetinin başkaldırmasına meydan vermeyecek
kadar kuvvetliydi.
Fakat, belki de gençliğimin verdiği tahammülsüzlükle, Raif efendinin
bu adeta korkunç sessizliğine kızıyordum. Şirkette olsun, evde olsun,
kendisine ruhen tamamen yabancı insanların onu adamdan
saymamalarını hoş görmekle kalmıyor, bunda adeta bir nevi isabet de
buluyordu. Gerçi etrafları tarafından anlaşılmayan, haklarında daima
yanlış hükümler verilen insanların zamanla bu yalnızlıklarından bir
gurur ve acı bir zevk duymaya başladıklarını biliyordum, fakat hiçbir
zaman etrafın
hu hareketini haklı bulacaklarını tasavvur edemiyordum.
" Kırgınlık.
Birçok vesilelerle, onun hisleri kütleşmiş bir adam olmadığını fark
etmiştim. Hatta bunun aksine olarak çok alıngan, gayet ince görünüşlü
ve dikkatliydi. Yalnız önüne bakar gibi duran gözlerinden hiçbir şey
kaçmıyordu. Bir gün bana getirilecek kahve için kızlarının dışarıda
birbirleriyle yavaş sesle: "Sen pişir!" diye münakaşa ettiklerini
duymuş, hiç sesini çıkarmamış, fakat on gün sonra ikinci bir defa
evlerine gidişimde hemen dışarı seslenerek:
"Kahve pişirmeyin, içmiyor!" demişti.
Kendisine ağır gelen bu hadisenin tekrarını görmemek için yaptığı bu
harekette beni kendisine mahrem etmiş olması, ona daha çok
bağlanmama sebep oldu.
Hâlâ daha bir şey konuşmamıştık. Fakat artık buna hayret etmiyordum.
Onun sessiz sedasız yaşayışı, tahammül edişi, insanların zaaflarına
merhametle ve edepsizliklerine eğlenerek bakışı kâfi bir irade değil
miydi? Beraber yürüdüğümüz zamanlar yanımda gidenin bir insan
olduğunu bütün kuvvetimle hissetmiyor muydum? Bu sıralarda,
insanların birbirlerini aramaları, bulmaları ve birbirlerinin içini
seyretmeleri için konuşmanın neden muhakkak surette lazım
olmadığını, neden bazı şairlerin boyuna, tabiatın güzelliği karşısında
yanlarında konuşmadan gidecek birini aradıklarını anladım. Yanımda
ağzını açmadan yürüyen, karşımda ses çıkarmadan çalışan bu adamdan, ne öğrendiğimi iyice bilmediğim halde, bana senelerce ders veren
birinden öğrenebileceğimden çok daha fazla şeyler öğrendiğime
emindim.
Onun da benden memnun olduğunu hissediyordum. Her insana ve ilk
tanıştığımız sıralarda bana karşı gösterdiği o ürkek ve çekingen hali
kalmamıştı.Yalnız bazı günler birdenbire vahşileşiyor, gözleri bütün
ifadesini kaybediyor, küçülüyor ve kendisine hitap edildiği zaman
yavaş, fakat her türlü yakınlaşmayı meneden bir sesle cevap veriyordu.
Böyle zamanlarında tercüme yapmayı da ihmal ediyor, çok kere kalemi
yanına bırakarak saatlerce önündeki kâğıtları seyrediyordu. Onun
şimdi bütün mesafelerin ve zamanın arkasına çekilmiş olduğunu ve
oraya kimseyi bırakmayacağını seziyor ve hiç sokulmak teşeb
0 Yorumlar